Kabuk
Bir kabuk bu, çetin ve mukavemeti yüksek bir zindan
İçinde binlerce işkence barındıran, yavaş yavaş öldürmeye teşebbüs eden cani ruhların kabuğu
Işık yok, güneş yok, ses yok.
Ama var, hepsi var, var işte o kadar.
Sanki bitecek hissi, sanki ... Sonu ölüm korkusundan acı, sonu dilim dilim parçalanmaktan acı.
Acı nedir biliyor musun? Acı göreceli, acı her gönül için dirhem farkı.
Benim acım, nefes almak mücadelesi.
Her şeyin az bulunduğu ama az bulunmadığı bu hayatta mahrum kalınmışçasına yaşatılması,
Benim kabuğum burası. O kabuk her geçen gün kalınlaşıyor, her geçen gün biraz daha daralıyor, her santimi öylesine değerli ki, öylesine özel ki... Her gün biraz daha kayboluyorum, biraz daha, biraz daha sessizliğe gömülüyorum.
Oysa dünya güzel, mavi huzur, hayat hürriyet içeren bir meskendi.
Öyle değil işte. Öyle değil. Eşitlik olmayan, yerin altı ve yerin üstü farklarının topluluğu; insandan insana farkın, çocuktan çocuğa yaşamın farklı olduğu bu hayatta öyle değil işte.
Her acının dirhemi farklıydı. Her insanın acısı sadece onun anlayabileceği kadardı. Ondandı ölümler, kendi kendine kıyanların, bunu hissetmeyecek kadar ve bunlara sessiz kalacak kadar gönüllerden sökülmüş merhametin idamıydı bu çağın ortak acısı.
O öyle değildi işte. O kabuk bir acıydı. O kabuk ayrılığın parazitiyle güçlenen, insanlığın üzerine inmiş karabasandı.
Benim acım bundandı. Benim acım hissettiğimi hissetmeyen insanlarla olan mücadelemdi. Her ses çıkarışımda biraz daha sessizliğime inmeme sebep olan, biraz daha karanlığa alışmama neden olandı.
Her şeyden fazla fazla olup, kimselerin ayrı ayrı yaşadığı, azın aza, çoğun çoğa paylaşılmasındandı. Adilsizlikti. Adil olmayan hayatta yetinmesini öğrenmeye çalışmak, sadece nefes almak ve hayatın dertleriyle, bunları düşünmekle geçen zamandı.
Benim derdim bundandı. Ve kabuğum her gün biraz daha kalınlaştı. Yediğim onlarca hayatın darbesi yine insanlardandı. Dimdik durduğun bu hayatta insanın olmadığı her yer daha güvenilir, daha inanılır ve dostaneydi. Benim acım kabuğumdu. Orası hep canlıydı. Sürekli yanan lavın korlarıyla çetinleşen duvarlarımdı. Her şeyden azdı. Sanki bitecek korkusuyla azla yaşamayı öğrenmekti.
Işık da vardı, güneş de hatta ses de. Ama azdı...
Çünkü bulunduğum metrekareye o kadar sığıyordu. Çünkü korkuyordum. Bir yılanın bitecek diye az az yediği toprak gibi, karıncaların bir diğer kışa koca yazı çalışarak harcayıp hayatlarını idame etme gayreti gibi.
Ama o öyle değildi.
Öyle olmayan düşüncelerimdi. Düşüncelerim zedelenmişti. İnsanlar... İnsan neydi? Sahi neydi insan ve insanlık. Benim acım bundandı ve o acı her gün daha da arttı.
İnsan neydi?
Başkalarının sırtından cebine koyan, karnını doyuran ( çalan). Hırsızdı
İnsan, insanı öldüren miydi? Katildi.
İnsan kendisinden başkasını düşünmeyen miydi? Merhametsizdi.
İnsan neydi?
Yoksa başka bir can için kendisini feda eden miydi, sessiz canlara kucak açan, koruyup kollayan, adalet için kendini ortaya atan mıydı?
İnsan her şeydi. İnsan merhametini unutuna kadar insandı.
Benim acım bundandı. Benim kabuğum kapanmıştı.
Her şeyden azdı.
Ses, ışık, güneş ve mavi...
“Kuşlar denizin sokak çocuklarıdır” diyen Can Yücel gibi , ben de kendi dünyamın sokak çocuğuydum. İnsanlar tanıdım ekmek veren, insanlar tanıdım olan ekmeği alan, çalan.
Benim dünyam da her şeyden azdı. O öyle olmasa da azdı. Ama acı... Katlanılamayacak kadar fazlaydı.
Öldürmeyen acı canlandırır derler ya hani, işte oda öyle değildi.
Hislerin öldükten sonra yaşamak ne kadar paha biçilmez olabilirdi ki, o kadardı...
Benim kabuğum acıydı. Ve her gün mukavemeti yükselen parmaklıklar ardında santimetreye düşen meskendi.
Yaşıyorduk en azından. Az da olsa ...
Uğur Erden
Nisan 2021